Yoganın biraraya getirdiği bir avuç insandık:)

Image

 

Bir yoga sezonunun daha sonuna geldik, sadece bir son ama aynı zamanda bir başlangıçtı. Kocaman bir yılı birlikte geçirdik ve çok keyifli çalışmalar yaptık. Bu bir yıl için benim yolculuğumu biraz anlatmak istedim, mutlaka ekleyecekleriniz vardır. 

Biz biraraya gelmiş bir avuç insandık:) Ne güzel çocuklardık. Her hafta buluşur dünyayı ve kendimizi nasıl iyileştiririz diye çalışırdık. Bilirdik ki biz iyileşirsek dünya iyileşecek. Bazen çok hızlı gider bazen kaplumbağa hızıyla ilerlerdik. Bazen döner bakar arkamızda kimseyi göremezdik, sonra bir anda çok gerilerde kaldık diye paniklerdik. Bazen neşeyle bazen hüzünle gülerdik. Dünyaya deneyimlemek için gelmiş çok şey yaşamış bazen hırpalanmış, bazen sevinçle coşmuştuk.

Neden gelmiştik buraya, neyi deneyimlemek için, neden burdaydık. sadece yemek, içmek, üremek ve bunu devam ettirmek için amacıyla çalışmak için olmamalıydı dünyaya gelişimiz. Ben kimim, neden burdayım diye sorduk en çok, biraz daha farkedebilmeye, biraz daha hissedebilmeye çalıştık.  

http://www.youtube.com/watch?v=VU_rTX23V7Q

Sonra yaşamdaki tüm sınırlarımızdan sınırlamalarımızdan, bize öğretilenlerden biraz sıyrılmaya sıfır noktasından bakmaya çalıştık yaşamlarımıza. 

Hayal kurduk, dilek tuttuk, arzularımızdan özgür. Hayal dünyamızı genişletmeye çalıştık, yeteneklerimizi biraz daha keşfetmeye çalıştık. 

http://www.youtube.com/watch?v=XLgYAHHkPFs

Şimdi tüm deneyimleri neden yaşadığımızı biraz daha anlama vaktiydi. Biraz daha kalbimizle düşünme, kalbimizle görme vakti. Kalbimizle annemize babamıza, eşimize partnerımıza, birlikte deneyim yaşadığımız herkese,  tüm kimliklerimizden sıyrılarak bakma zamanıydı. Tüm öğretilenlerden, tüm kalıplarımızdan sıyrılarak bakma zamanıydı. Öyle görmeye öyle bakmaya çalıştık. Tüm ilişkilerimize farklı bir gözle izledik, zihnimizden biraz daha özgür. 

Kendi bedenimizdeki evreni görmeye hissetmeye, bedenin her noktasının bize verdiği mesajı bulmaya çalıştık. Hem tekbaşımızaydık her derste hem de bir bütündük. 

Önce eski arkadaşlar buluştu, sonra yeni yeni canlar katıldı aramıza. Yepyeni insanlardık birbirimiz için ama binlerce yıldır da tanıyorduk birbirimizi. En derinlerimizdekileri tüm yaralarımızı, en naif yanlarımızı paylaştık. Nefeslerimiz nefeslerimize karıştı, gözyaşlarımız gözyaşlarımıza. Auralarımız birleşti zaman zaman aynı şeyleri hissettik deneyimledik. 

Tüm korkularımızdan, endişelerimizden, bize yüklenenlerden her an aynı alanda kalalım diye verilmeye çalışanlardan kurtulmaya, özgürleşmeye çalıştık. 

http://www.youtube.com/watch?v=kEogJacjLTE&feature=related

En saf halimize döndük her ders her ders biraz daha çocuk olduk, egolarımızı hissettik onun sadece bir araç olduğunu hissettik bir amaç değil. Çocuklar arasındaki arkadaşlıklar kadar derindi dostluklarımız, gülerken güldük gerçekten, ağlarken ağladık, kızarken kızdık… 

Aşkı biraz daha keşfettik, önce kendimizle buluşmaya, dişi ve eril yanlarımızı buluşturmaya çalıştık. Dünyasal aşkı deneyimlediğmiz ölçüde ilahi olana biraz daha yakınlaştığımızı farkettik. 

http://www.youtube.com/watch?v=f4dzzv81X9w&list=PL9609CB8AC1C62820&index=76&feature=plpp_video

Yoganın biraraya getirdiği bir avuç insadık, önce biz şifalandık biraz daha sonra dünyamız için acı çeken herkes için tüm kalbimizle dua ettik. Biliyorduk ki herşey bizdik, biz herşeydik. 

http://www.youtube.com/watch?v=4xjPODksI08

 

 

Yoga ve ney

Yoga yaparken  kendi bedenimizin  eşsiz  bir orkestra olduğunu farkederiz. Bedenin herbir noktasının nasıl değerli ve işlevli olduğunu. Bir orkestra gibi uyum içinde hareket eden bir grup enstrüman ama her biri tek başına da çok değerli.

Neyle tanıştım bu yıl ve canım Ayça hocamla üflüyoruz neyimizi her Perşembe büyük bir keyifle. Ney üflerken yoga nın ve neyin nasıl birbirine benzediğini farkettik. Beden de tıpkı ney gibi birbirine çok benzeyen ama tamamen de farklı olan milyarlarca kamıştan bir tanesi sanki…Sonra neyin ustası neyzene hazırlıyor sadece bir kamıştan neye dönüştürüyor onu yedi deliğiyle. Sonra neyzeniyle kavuşuyor ney.

Neyden ses çıkarmak zordur, ancak onu ilk gördüğünde nasıl kutsal olduğunu farkedersen, ona ellerin titreyerek heyecanla dokunursan ses verir sana.Yogada da bedendir ney, sadece dünyasal ihtiyaçlarla doğduğunu sandığın beden yoga da bir başka gözükür bir anda sana, ne kadar özel ne kadar kutsal olduğunu anlarsın, milyonlarca ruhtan biridir o bedenlenmeyi haketmiş.  Yoga da anda sadece duruşununun, nefesininin içindesindir, sadece duruş olursun, sadece nefes. Sadece o an vardır ne geçmiş ne gelecek. Neyde geçmiş sesler kayboldu, duyamayacağın bir yerde, gelecekte nasıl bir ses çıkacak bilmiyorsun, sadece o an ve o ses seninle.

Yogayı en sakin halimizle yaparız, sert hareketler bedeni hırpalar, yorar, yogadan jimnastiğe dönüştürür. Neyi en sakin halinle üflersin, zorlarsan ses çıkarman imkansızlaşır.

Yoga da her duruş, her nefes sana birşey söyler, sana senin hikayeni anlatır. Neyde her üflediğinde bir başka sen olursun, evrende, sonsuzlukta dolaşırsın.

Ney üflerken nefesini boşaltırsın, üflersin sonsuzluğa, ya kendi içindekini boşaltırsın inandıkça boşalttığın kadar dolacağını farkederek.

Duruşu ya büyük bir keyifle, tutkuyla yaparsın, her anından sonsuz bir mutluluk duyarsın, ya da beklersin ne zaman bitecek diye anlamsız. Neyi üflerken ya sadece notalar çıkar, ya da sen ney olursun bütünleşirsin neyle, sanki o da senin bir organın bir uzantındır. O zaman sesler anlam kazanır.

Sana benzeyen milyarlarcası var, ama senin tıpatıp aynın bir tane daha yok. Kutsalsın , çok özenildin, özene bezene yaratıldın. Çıkardığın her ses tüm evrende yankılanıyor. Evrenin hüznü, neşesi sevinci, keyfisin her sesinle. Hep bir arayış içindesin, ayrılığın hüznüyle, ama ayrıldığın birşey de yok aslında bir anlasan, ayrıldığının sandığın şey tam da içinde, yüreğinin derininde, biraz saklı gizli sanki. Narinsin, kırılgan, ama bir o kadar da güçlü.  Ya sadece sesler çıkarırsın öylesine neyimsi birşey olur üflenen, ya da tutku da akar seslerle birlikte, bütünleşirsin, ses hem vardır hem yok, Sesin sosnsuzlukta çınlar, yaratılan herşeyle birlikte.  İşte o an şikayet hikayete dönüşür.  Dinle…. Belki de ney sadece aşkı hatırlatıyor… Derdi şikayet değil hikayet… Dinle….

 

Hayallerim mi Arzularım mı?

Image

 

Hayal kurmak hep çok sevdiğim birşey oldu. Çocuklarla yaptığım çalışmalarda da en çok istediğim çocukların zaten var olan hayal dünyalarını kaybetmemeleri. Hiç olamayacakmış gibi olanları hayal edebilmeleri. Disneyland’da Ekin 5 yaşındayken Minnie’nin evine gitmiştik. Kocaman bir Minnie evi yapmışlar. İçine giriyorsun içinde Minnie kıyafetli biri sana kahve getiriyor onunla konuşuyor sohbet ediyorsun. Ekin’in gözlerini en parlak gördüğüm andı sanırım. Kitaplarda okuduğu resimlerini gördüğü biriyle aynı masada oturmuş kahve içiyordu. Çok inanılmaz gelmişti ona  o an. Çocuk hayalleri bence bundanda uçuk kaçık olmalı ki bir gün o uçuk kaçık şeyleri gerçek kılabilelim. Mesela bir bulutla konuşabiliyor benim çocuklarım ya da bir ağacı kucaklayıp başka bir yere taşıyabiliyor. Ya da şekerden yapılmış bir  yolda yürüyebiliyor(Bunlar çocukların yoga sonrası kurdukları hayallerden alınmıştır.)  O zaman bizim hayallerimizde biraz uçuk kaçık madde dünyasından özgür olabilir mi acaba? Bizde en azından hayal kurarken biraz ayaklarımızı yerden kesebilir miyiz? Yoksa hayallerimizi aslında arzu boyutunda mı kalıyor acaba? Arzu boyutunda kalınca da pek hayal kuramıyor muyuz acaba? Hepimiz güzel evler, deniz kıyısında yaşamak, uzak ülkelere seyahat etmek, yanımızda bir sevgili hayallerimi kuruyoruz. Eee bunun neresi kötü, elbette ki çok güzel ama bunlar hayal mi gerçekten, yoksa arzu mu? Biz yogaya başlarken hiçbirşey istemiyorum hiçbirşey beklemiyorum deriz… Bazen tepki alır bu sözler. Bu arzusuzluk hali… Ah keşke başarabilsek. Çünkü aslında bu arzusuzluk halinde ancak hayaller kurabiliyor hayatımızı tam da istediğimiz ve ruhumuzla bağlantıda kurgulayabiliyoruz Bu arzusuzluk hali aslında bizi dünyadan masala taşıyan. Arzularım beni yönetmeye başladığında uğraşıyorum didiniyorum belki de gerçekleştiriyorum arzumu ama tam da gerçekleştiği anda aslında istediğimin tam da bu olmadığını anlayıveriyorum.. Sonra…. Kocaman bir boşluk ve sonra yeni arzu yaratmaca ve onun peşinde bir süre daha sürüklenme ve sonra…. Oysa hayallerim öyle mi, hayallerim sonsuz ve sınırsız, bugüne kadar ögrendiğin herşeyden başka birşey. Bana öğretilenlerden, benim öğrendiklerimden, hatırladıklarımndan, hatırlamaya izin verdiklerimden,  bambaşka birşey. Bana olmaz diye öğretilmeyen birşey, belki beş duyumla  farkedemediğim birşey. artık bunlarla oynamanın zamanı belki ama ancak o arzusuzluk halinde.. Hayatı bir meditasyon gibi yaşamak. Meditasyon için ihtiyacın olanları oluşturmak ama gerisini bırakmak. Aynı Kulindağ’da geçen hafta yaşadığımız gibi. Sevgili Şükrü, Esra ve Tülay nefis bir müzikle bize meditasyon yaptırıyorlardı, o an unutulmaz birşey oldu, çıngıraklarıyla  bir koyun sürüsü geçmeye başladı ve vokal yaptılar müziğimize. Böyle birşey beklesen, istesen ayarlasan olması çokta mümkün olmayan birşeydi, öylece oldu ve muhteşemdi:)

Bulutlar sahipsiz hepimizin, ağaçlar bizim için salkım saçak meyvaya duruyor, hayallerim orda bekliyor beni sadece elimi uzatayım alayım diye ama önce ayaklarımın belki biraz yerden kesilmesi mi gerekiyor:) 

Bana şiiri sevdiren, tutkuyu öğreten adam-Nazım Hikmet

 

Bana aşkı tutkuyu ilk farkettiren ve şiiri sevdiren adama bir selam durmak istedim.

Ortaokul yıllarındaydık. Devrimci bir arkadaşım elime tutuşturdu Memleketimden İnsan Manzaraları’nı. Hep farkettiğim bazı şeyleri, insanların eşit olduğunu ama herbirinin eşşiz olduğunu  birinin daha farketmesi ilk beni orda şaşırtmıştı, ilk kez orda Nazım’a kendimi bu kadar yakın hissetmiştim.

Haydarpaşa garında
1941 baharında
saat on beş.
Merdivenlerin üstünde güneş
yorgunluk
ve telaş.
Bir adam
merdivenlerde duruyor
bir şeyler düşünerek.
Zayıf.
Korkak.
Burnu sivri ve uzun
yanaklarının üstü çopur.
Merdivenlerdeki adam
-Galip Usta-
tuhaf şeyler düşünmekle meşhurdur:
«Kaat helva yesem her gün» diye düşündü
5 yaşında.
«Mektebe gitsem» diye düşündü
10 yaşında.
«Babamın bıçakçı dükkanından
Akşam ezanından önce çıksam» diye düşündü
11 yaşında.
«Sarı iskarpinlerim olsa
kızlar bana baksa»
diye düşündü
15 yaşında.
«Babam neden kapattı dükkanını?
Ve fabrika benzemiyor babamın dükkanına»
diye düşündü
16 yaşında.
«Gündeliğim artar mı?» diye düşündü
20 yaşında.
«Babam ellisinde öldü,
ben de böyle tez mi öleceğim?»
diye düşündü
21 yaşındayken.
‘‘İşsiz kalırsam’’diye düşündü
22 yaşında.
«İşsiz kalırsam» diye düşündü
23 yaşında.
«işsiz kalırsam» diye düşündü
24 yaşında.
Ve zaman zaman işsiz kalarak
«İşsiz kalırsam» diye düşündü
50 yaşına kadar.
51 yaşında «İhtiyarladım.» dedi
«babamdan bir yıl fazla yaşadım.»
Şimdi 52 yaşındadır.
İşsizdir.
Şimdi merdivenlerde durup
kaptırmış kafasını
düşüncelerin en tuhafına:
«Kaç yaşında öleceğim?
Ölürken üzerimde yorgan olacak mı? »
diye düşünüyor…

Hepimizin yaşama dair endişeleri başka başka değil mi, ama bu kadar mı güzel anlatılır.

Burda farketmiştim insanın ne kadar değerli olduğunu en çok, işçi köylü, fakir, zengin ayrımlarının bu dünyaya ait olduğunu ve sadece bu dünyada kalacağını. İnsanın insan olduğu için değerini.

Sonra Piraye’ye mektuplarla tanıştım, anladım bir insanı tutkuyla sevmenin ne demek olduğunu ve aslında hayatta aslolanın sadece aşk olduğunu.

Ne güzel şey hatırlamak seni:
ölüm ve zafer haberleri içinden,
hapiste
ve yaşım kırkı geçmiş iken…

Ne güzel şey hatırlamak seni:
bir mavi kumaşın üstünde unutulmuş olan elin
ve saçlarında
vakur yumuşaklığı canımın içi İstanbul toprağının…
İçimde ikinci bir insan gibidir
seni sevmek saadeti…
Parmakların ucunda kalan kokusu sarduya yaprağının,
güneşli bir rahatlık
ve etin daveti:
kıpkızıl çizgilerle bölünmüş
sıcak koyu bir karanlık…

Ne güzel şey hatırlamak seni,
yazmak sana dair,
hapiste sırt üstü yatıp seni düşünmek:
filanca gün, falanca yerde söylediğin söz,
kendisi değil
edasındaki dünya…

Ne güzel şey hatırlamak seni.
Sana tahtadan birşeyler oymalıyım yine:
bir çekmece
bir yüzük,
ve üç metre kadar ince ipekli dokumalıyım.
Ve hemen
fırlayarak yerimden
penceremde demirlere yapışarak
hürriyetin sütbeyaz maviliğine
sana yazdıklarımı bağıra bağıra okumalıyım…

Ne güzel şey hatırlamak seni:
ölüm ve zafer haberleri içinde,
hapiste
ve yaşım kırkı geçmiş iken…

Sevdiğini düşünmeyi hissetmeyi bu kadar sade ve zarif hissetmeyi kaç kişi anlatabilmiştir bu kadar duygulu. Ve bir insanı sevmekle başlayacağını herşeyin…

Sonra onun Memleket hasreti, ülkesine yavrusuna duyduğu özlem…..Kaç kez ağlamışımdır kimbilir bu şiiri okurken, kaç kez ellerim yanmıştır.

VAPUR

Yürek değil be, çakırmış bu, manda gününden,
teper ha babam teper
paralanmaz
teper taşlı yolları.
Bir vapu geçer Varna önünden,
uy Karadeniz’in gümüş telleri,
Bir vapur geçer Boğaz’a doğru.
Nazım usulcacık okşar vapuru,
yanar elleri…

Ve sonsuzluğu hissettirmesi bana…

Kosmosta bizden başka düşünen var mı
var
bize benzer mi
bilmiyorum
belki bizden güzeldir
biz ona benzer mesela ama çayırdan nazik
belki de akarsuyun şavkına benzer
belki ne güzeldir bizden ne de çirkin
belki tıpatıp bize benzer
ve yıldızlardan birinde
hangisinde bilmiyorum
yıldızlardan birinde konuşacak elçimiz
hangi dilde bilmiyorum
yıldızlardan birinde konuşacak elçimiz onunla
Tovariş diyecek
söze bu sözle başlayacak biliyorum
Tovariş diyecek
ne üs kurmağa geldim yıldızına
ne petrol ne yemiş imtiyazı istemeğe
Koka-kola satacak da değilim
selamlamaya geldim seni yeryüzü umutları adına,
bedava ekmek ve bedava karanfil adına
mutlu emeklerle mutlu dinlenmeler adına
“Yarin yanağından gayrı her şeyde hep beraber”
diyebilmek adına
evlerin
yurtların
dünyaların
ve kosmosun kardeşliği adına.

Nazım’la yürümeyi bu kadar kısa anlatabilmek zor. Ama şiiriyle hep yanımda olan, bana kardeşliği, insanların eşitliğini, sevgiyi en çokta tutkuyu ilk öğreten adam teşekkür ederim sana… Yolun hep Işıktan…